21 Kasım 2010 Pazar

‘’Laik’’ Türkiye’de Kanaat Önderliği

Ahmet Doğançayır
Bugün dinsel baskıdan söz ediliyor. Hem de galiba oldukça aşırı bir dille. Çünkü bu baskı bize en sinsi, en zedeleyici gibi görünenidir. İnsandan gelen her şey gibi dinler de zaman içinde türlü biçimler almışlardır. Çoğu kaybolmuş, yerine değişen koşullara daha iyi uyan başkaları gelmiştir. Ve manevi âlemin en etkili silahı olan suçluluk duygusunu daha çok kullanır oldular.
Din konusunda iki ayrı gerçeği belirtmek gerekir. Bu gerçeklerin biri din duygusu, öbürü dinsel eğitimdir. Din duygusu insanlık tarihi kadar eskidir. Doğaüstü inançlar yalnız bilgisizlikten ileri gelmez. O aynı zamanda anlaşılamayanı anlama çabası, mutsuzluğa karşı savunma, Marks’ın dediği gibi ‘’İnsanın zincirlerini örten hayal çiçekleridir.’’ Din tanrı sayesinde sivrilmek ve bir şeyler olma ümidini isteğini dile getirir. Boş inançlar, boş kaplardan başka bir şey olmayan kutsal eşyalar, fetişler, inşallah şu iş şöyle olur gibi dileklerin hepsinin kaynağı dindir. Marks’ın sözleriyle ‘’Dinsel acı aynı zamanda gerçek acının da gerçek acıya karşı protestosunun da ifadesidir. Din ezilen yaratığın iç çelişkisi, kalpsiz bir dünyanın kalbidir; tıpkı ruhsuz bir durumun ruhu gibi. O halkın afyonudur.’’din Marks’ın belirttiği gibi acılara karşı bir protesto ve bir ağrı kesicidir.
Bunlara kulak asmayan insanlar çok azdır. Ve bundan ötürüdür ki, inançları sadece hor görmek boş bir böbürlenmeden başka bir şey değildir. Ama sayısız görünümleri olan ve geçmişten kalma davranışların üstünde yükselen din duygusunun yanında bambaşka yoldan işleyen dinsel örgütler vardır. Bunlar politik kurumlardır. Onlar yerine ve zamanına göre kılıktan kılığa girerler ve sınıflı toplumlarda ellerindeki her aracı maddi çıkarları için kullanırlar. Güçlerinin bir bölümünü hâkim sınıflardan alırlar ama temel dayanakları insanın dinsel inancıdır. Ve onları yenmenin asıl zorluğu buradadır ve kapitalist dünyada yenilmezdirler.
Egemen sınıfların ideolojik hegemonyalarını sürdürmelerinin bir aracı olarak kullanılan dinler ve onun ideologları; Yönetimleri ‘’kutsal yasalardan’’ esinlenmeye, bunlara karşı çıkanları cezalandırmaya, kitleleri ise bu yasaya boyun eğip imanları ve tanrıya karşı dürüstlükleriyle elde edecekleri kutsal armağanları düşünerek teselli bulmaya çağırırlar. Varlıklarını borçlu oldukları düzenin bozulmasını, yıkılmasını istemiyorlarsa izleyebilecekleri tek yol budur. Bu anlamda tüm dinler ve bunun ötesinde tüm devlet ideolojileri halkın afyonudur. Mevcut Öğretiye karşı çıkışlar çoğaldıkça ideolojik, otoriteler etkilerini tümüyle yitirmemek ve düşünce sistemlerinde biraz tutarlılık kalsın istiyorlarsa daha ince ve hesaplı düşünerek teoriler üretmek, insanların suçluluk ve suçsuzluk durumlarını belirlemek, hatalarını gidermelerini sağlayacak olanakları önermek, yaptırım ve bağışlanma dereceleri belirlemek zorunda kalırlar.

Ulaşılacak bir amaç ortaya koymak, ama bu amacın insanın erişemeyeceği kadar yüksek olduğunun kabulünü ve buna uyulmasını istemek, emekçi kesimlerin kırgınlıklarını ve isteklerini onların egemen ideolojiye karşı düşmanca ve şiddetli bir dönüşüme yol açmasını önleyerek güvenlerini sürdürmelerini sağlamak. İşte dinin rolü bu. Hedef çok uzakta, pek çok çabayla ve boyun eğmeyle kazanılacak öteki dünyaya yerleştirilir.
Evrensellik iddiasında olan dünya dinleri hedeflerini değiştirdiler. Başlangıçta ulaşılabilecek herkese ulaşmak ve kazanılabilecek herkesi kazanmak olan amaçları, mevcut durumlarını korumak zorlaştığında dayanışma ve kalıcılaşmayı sağlayan kurumları önemsemeye onların ağırlığını arttırmaya yönelmiştir. İnananları ayrı bölümlerde toplamak gerekmektedir. Çünkü çoğalmayla birlikte karşı konması gereken bir iç dağılma tehlikesi ve düşmanların çabaları her an var olur. Güvensizlik duygusu bütün dünya dinlerinde vardır. Gerek ilk günlerindeki hızlı büyüme dönemleri, gerekse yavaş olmayan gerilemeleri onların duydukları kuşkuyu canlı tutar. Buna karşı istedikleri şey insanların itaatkâr sürü olmalarıdır. İnananları bir sürü olarak değerlendirmek ve boyun eğdikleri oranda onları övmek adettendir. Ulaşılacak hedef ne kadar uzak olursa onun kalıcılığına duyulan ümit o kadar fazla olur. İnananlar belirlenmiş yer ve zamanda bir araya getirilir ve her zaman aynı olan gösteriler aracılığıyla tehlike yaratmadan üzerlerinde iz bırakan ve giderek alıştıkları bir topluluk duygusu içine sokulurlar. Bu birlik duyguları onlara uygun miktarlarda verilir. Bu tür kurumlardaki tören ve kurallar belirli bir kitleyi ele geçirmek hedefini taşır. Bu törenler ve bunların belirli zamanlarda tekrarı daha sert ve şiddetli ihtiyaçların yerini tutar.


Türkiye’de Dinin hegemonyası, dine dönüşün nedeni


İslam’ın 80li yıllarda Türkiye gündemine iyice yerleşmesinden endişe duyanlar bu olguyu iki ana nedene bağladı. 12 Eylül rejimi ve ANAP’ın resmi ideolojinin yeniden sağlamlaştırılmasında dinden alabildiğine yararlanmaları ve buna paralel olarak devlet kademelerinde, toplumsal yaşantıda yukarıdan aşağıya denetimli bir İslami politika uygulamaları. Bu değerlendirmelerin doğru yönleri olsa da temel zaafı 12 Eylül 1980in her bakımdan bir milat olarak görülmesidir. Hâlbuki bu politikalar milli şef İsmet İnönü döneminde köylerde cenaze namazı kıldıracak imamların bulunmadığından yola çıkılarak imam hatip liseleri ve yüksek İslam enstitüleri kurulmasıyla başladı. Soğuk savaş dönemi devletle dini iyice yakınlaştırdı. İç ve dış komünizm tehlikesine karşı bol keseden din sömürüsü yapılarak komünizmle mücadele derneklerinin dindarlarla dolması sağlandı. Kanlı Pazar ve Sivas ta olduğu gibi devlet resmi güçlerini bir kenarda tutup kalabalıkları solun ve Alevilerin üstüne saldırttı.

Türkiye de devlet eliyle yürütülen İslamlaştırma politikasının dine dönüşte çok önemli bir yeri olmasına rağmen olayı açıklamakta yetersiz kalıyor. Bu yaklaşım bugün kendi bireysel varoluşunu tehdit eden saldırılara maruz kalırken savunma konumunda kalan bireyi küçümsüyor onu değişen koşullara birebir uyum gösteren bir nesneye indirgiyor. Diğer dinlerden farklı olarak İslam dini insanlara ‘’bu dünyada’’ nasıl yaşamaları gerektiğini söylüyor. İslam’ın her şeyi içeriyor görünmesi insanların çaresizlik durumlarında ona sarılmalarını kolaylaştırıyor. Bir camide cemaatle namaz kılmak bir topluluğa ait olma duygusu verebilir. Gelir dağılımında uçurumun hızla derinleştiği işsizliğin yoksulluğun büyüdüğü bir toplumda insanların karşısına üç seçenek çıkıyor: Düzeni değiştirmek, sınıf atlamak ya da her şeyi olduğu gibi kabullenip mücadele etmemek. Adaletsizliklere ve haksızlıklara karşı mücadeleyi farz olarak gören İslam’ın bu yönü unutturulurken onun ticareti olumlaması zengin fakir ayrımını kabul etmesi hatırlatıldı.’’Modern’’kültürü benimseyenler kendileri gibi düşünmeyenleri küçümsediler on yıl geriden izledikleri batıya ulaşamamanın suçunu geri kafalılara attılar. Bu kültüre karşı çıkanlar geleneklerini yeniden ürettiler dinin yetmediğini düşündüklerinde bir bilene sordular. İslami cemaatler onlara aradıkları huzur ve güven ortamını sağladı.

‘’Laik’’Türkiye’de diyanetin yeni görevi kanaat önderliği


Diğer bir sorun Anayasasında laik olduğu yazan bir ülkede bir devlet memuru kendini kanaat önderi olarak tanımlayabiliyor. Anlaşılan vatandaşların kendi kanaatlerini kendi başlarına oluşturma yeteneklerini kaybettikleri düşünülüyor ki sosyal hayatın tümüne müdahale mubah görülerek memur din görevlilerinin (hem de yalnızca sunni ve Hanefi) kanaatleri oluşturmada görevli olacakları söyleniyor.

Artık zorunlu din dersi yetmiyor ki, şimdi bir de imamlara Cami Dışı Din Hizmetleri başlatılacak. İmamların “devlet memuru” değil “sivil memurlar’’olduğunu öğreniyoruz. Böyle olunca sosyal hayata da müdahale etmek hakkını elde etmiş oluyorlar. Laik olmayan kurumun ‘’din hizmeti veren’’ görevlisini ‘toplumun bütün sosyal hayatına müdahale eden bir kanaat önderi’ olarak tanımlamak, aslında olmayan laikliğin mevcut sınırlarını aşmak, diğer dinler, mezhepler, inançsızlar üzerinde mevcut otoriteyi genişletmek anlamına gelir.



Zaten kuruluşundan beri ’’Laik ‘’TC devletinin Diyanet işleri dairesi dini ayarlama işlevini gördü. Diyanet işleri, Türkiye de dindarlığı ayarlayıp istediği düzeyde tutabilir.’Laik’ Türk devleti elindeki bordrolu din adamları vasıtası ile topluma ve duruma uygun görülen dini ayarlar. Bu din Hanefi-Müslümanlıktır. Devletin öngördüğü bu çerçevenin dışına çıkan diğer mezhepler ve diğer dinler ve dinsizler bütünüyle baskı altındadırlar.

Türkiye de nüfus cüzdanlarına din hanesini koyduran da 1982 anayasasında Diyanetin rütbesini arttıran da Kemalist laik Türk silahlı kuvvetleridir. TC devletinin bu kontrolü sadece din üzerinde değil ortalamadan sapan diğer bütün inançlar üzerinde de kurulmuştur. Diyanet lağvedilmezse, YÖK kalkmazsa, Kürt meselesinde adımlar atılmazsa kurulmuş düzen devam ediyor demektir. Diyanetin, ezanların ve eğitimde dinin sesi biraz arttırılabilir, türban cumhurbaşkanlığı köşküne olduğu gibi üniversiteye de kamu kurumlarına da girebilir. Bu bugün AKP ile devletin asli sahipleri arasında gerçekleşecek pazarlıklara bağlı. Diyanet, YÖK, düşünceyi kısıtlayan kanun maddeleri Kürt meselesi mevcut düzenin değişmezleridir. Bunlarda kısmi gevşeme ve gerilmeler yaşansa da düzen ve düzenin asli sahipleri değişmiyor olsa, olsa aktörler değişmektedir.


Diğer yanda Gazete köşelerinden, televizyon oturumlarına, dergilerden panellere karşılıklı kapışıp duran Kemalistler ve liberaller İslam’ın Kötü yorumlarına karşı ‘’iyisini ‘’ihya ediyorlar. Her ikisini de toplumsal mutabakatın sağlanması için gösterdikleri çabalara ve oyalanmaya terk etmek gerek. Efsane düzeyine yükseltilmiş, tasavvuf ve tarikat geleneğinin bugüne taşınması anlamına gelen ‘halk İslam’ını’ bağnaz yobaz İslam’ın karşısında barınak olarak düşünmek tam bir yanılsamadır. Bu alanı oldukça iyi kullanan cemaatler geleneksel dayanışma ağlarını canlandırarak özellikle yoksulların sempatisini kazanmayı bildiler. Cemaatler içinde dayanışma ağları vasıtası ile ödünç sermaye bulmak kolaylaşıyor. Sağladıkları ciddi parasal kaynaklarla İslami sermayeyi güçlendirmek gibi bir işlev görüyor.

Türkiye burjuvazisinin demokratik bir yönü yoktur. Onun parlamenter hegemonya biçimleriyle, baskıya dayalı biçimleri arasında yaptığı seçişler(seçimler) sınıflar arası mücadelenin dengeleriyle belirlenir. Sınıflar ve farklı kesimler arasındaki dengelerin sağa sola demokratik yeniden inşa tasarımları vaaz ederek değil; ekonomik, politik ve İdeolojik alanlarda herkesin kendi hesabına mücadele etmesi sonucu oluştuğunu bilmek gerek. Ancak emekçi sınıfların gücü burjuvaziye demokratik hak ve biçimlere rıza göstermesini ve içindeki darbeci, otoriter eğilimlerin geri plana atılmasını sağlayabilir. Emekçi sınıfların gücü ise burjuvazinin şu veya bu kesimiyle işbirliğinden değil, işçi sınıfının bağımsız örgütlülüğü ve birliğinden geçer. Öyleyse yapılması gereken ne göze kestirilen ılımlı İslami yoruma güzellemeler yazmak, nede üzerinde basabileceğimiz bütün zeminleri kemirmeye girişmiş mevcut saldırıyı yok saymak. Şüphesiz uzun soluklu bir hegemonya savaşımı güncelliğin yıkıcı gereklerinin uzağında kalmamayı gerekli kılıyor. Sosyalistler bir yandan demokrasinin asgari gerekleri için savaşırken, bir yandan da bu savaşı vermek için burjuva liberal olmak gerekmediğini, devrimci perspektifi koruyarak demokratik haklar mücadelesi verileceğini gösterdiler. Bugün de dini söylem ve düşüncenin tahakkümüne karşı bilimsel düşünce ve söylemin mücadelesini devrim programına ekleyerek vermek zorundadırlar. Bununla beraber insanların vicdanında dinsel inançlar yaşadığı sürece din kurumları da yerlerinde kalacaklardır. Bunların ortadan kalkması uzun bir çabanın sonucu olabilecektir. İnsanoğlu mutluluğu yeryüzünde bulursa, onu gökyüzünde aramaktan vazgeçer.
Büyük bir dikkatle dengelenmiş kapitalist dünya ekonomisinin herhangi bir biçimde bozulması sürü olarak görülen ezilen kesimlerde patlamaya yol açacak bu da bilinen bütün temel bileşenleri taşıyacaktır. Kurmaca eşitliğin yerine gerçek eşitlik hedefiyle yayılacak emekçi hareketi o güne kadar koşullandığı o uzak, ulaşılması nerdeyse imkânsız hedeften vazgeçecek ve hedefini somut hayatın mevcut ortamına yerleştirecektir. Dua ve tevekkülle yaratılmaya çalışılan kısmi iyimserlik dalgası daha da derinleşeceği görülen ekonomik krizin insanlar üzerindeki etkisini azaltacak mı zaman gösterecek. Ancak dinin kitlelerin afyonu olduğu görüşünden hareketle davranan kapitalist sisteme, kendisini ortaya çıkacak yeni işsizlerin gazabından korumak için biraz daha zaman kazandırıp kazandıramayacağını ezilen sınıfların krize karşı alacakları tutum belirleyecektir. Kapitalizmde işçiler ’’Allah rızası için’’canları burunlarından gelsin istemiyorlar. Bu gün Lenin’in belirttiği gibi ‘’ezilen sınıfların bir yeryüzü cenneti uğruna bu gerçekten devrimci mücadelesinin birliği, bizim için proletaryanın gökyüzü cenneti üzerine fikir birliğinden daha önemlidir.’’

Hiç yorum yok: